9 Nisan 2020 Perşembe

Şaşıfelek Çıkmazı

   Saat 00:54. Uyku tutmadığı için kalkıp ders çalışmaya karar verdim. Bu hayatımda yalnızca bir defa başıma gelebileceği için yazmaya değer bir şey olduğunu düşündüm. Güneş erken doğmaya başladıkça benim de daha erken uyumaya başlamam gerekti. Çünkü sabah namazımı riske atmak istemiyordum. Ama aksi gibi bu ara hayal gücüm üç saat süren Türk dizileri gibi, bırakmıyor ki uyuyayım. Sanırım yaşantımın durağanlığını bu şekilde telafi etmeye çalışıyor. Neyse ki 83 milyon Türkiye de benimle aynı durağanlığı yaşıyor ve beni başkalarına hased etme yükünden kurtarıyor. Canım Türkiye!
   Bir iki saat önce twitterda "Ne Kadar İlahiyatçısınız?" başlıklı bir teste denk geldim. Öyle bir testti ki ne kadar düşük puan alırsan o kadar vizyon sahibi bir ilahiyatçı oluyordun. Eh ben de hatrı sayılır derecede düşük bir puan aldım, vizyoner bir kimseyim. Testin maddelerinden biri "Herkese hocam diye hitap ediyorum." şeklindeydi. İlahiyatta geçirdiğim yıllar boyunca en anlam veremediğim şey iki yaşıt insanın neden birbirlerine isimleri yerine hocam diye hitap ettikleriydi. Birkaç sefer mahalle baskısından olacak -ya da karşımdaki henüz benden ismini duymaya hazır değildi- hocam diye hitap etmiştim. Ama sonra kendim olmaya ve baskılara boyun eğmemeye karar verip herkese ismiyle seslenmeye başladım. Evet, hadisi ve sünneti inkar etmek, kaderi ya da şefaati reddetmek varken ilahiyat fakültesinde yaptığım en radikal olay insanlara ismiyle hitap etmekti! İsyankar doğmuştum, yapacak bir şey yok. 
   Bu ara -yaklaşık iki yıldır- eski dizilere kaptırdım kendimi. İşin ilginç tarafı onları izlerken asla dizi izliyormuş gibi hissetmemem. Kurgu olduğuna inanamıyorum çünkü o sahneleri ben ya da yakınımdakiler kesin yaşadık. O kadar gerçek ve mübalağasız. Şu sıra Şaşıfelek Çıkmazı'nı izliyorum. 96-98 yılları arasında çekilmiş bir mahalle dizisi. Kimsenin cep telefonu yok, buluşmak için sözleşip ayrılıyorlar, Allah nasip ederse buluşuyorlar. Tam en yakın arkadaşlar kavga ediyor, işte diyorum şimdi birbirlerinin kuyusunu kazacaklar. Ama o da ne? Beş dakika sonra barışıp birbirlerini affediyorlar. Sonra bir zaman geliyor tekrar birbirlerine laf dokunduruyorlar, hatalarını söylüyorlar yüzlerine karşı. Bir de günümüz dizilerine bakıyorum. Arkadaşlar, aileler birbirlerini güya üzmemek  için yalanlar söylüyorlar ya da hatalarını söylemekten kaçınıyorlar, her şey Arap saçına dönüyor. Ya toplum bu ortaya çıkan işleri etkiliyor ya da üretilenler toplumu şekillendiriyor. Bunun tartışmasını yapabilecek insan ben değilim elbette. Ben sadece bir gözlemciyim. Televizyonlarda izlediklerimizin yansımalarını yeni nesil kanaat önderi influencer'lardan duyuyorum. Kimse bizim hayatımıza karışmamalıymış,  aile ve arkadaşlar bizi ne yaparsak yapalım desteklermiş, kendi yolumuzdan yılmadan ve kimseye kulak asmadan yürümeliymişiz. Böyle mi cidden? Bu dünyaya yalnızca kendi bildiğimizi okumaya mı geldik? Eski dizilerde gördüğüm o samimiyet bana Kemal Sayar'ın şu sözlerini hatırlatıyor: "Bırak, hakikat incitsin seni, bir yalan avutacağına." 
   Bu dünyaya geldiği gibi gitmeyi planlayan insanlar var. Kendilerini iyileştirmeyi -yalnızca gelişmek anlamında değil yaranın da iyileşmesi gibi- dert etmeyen insanlar. Ve büyük bir yanılgının içerisindeler. Aile ve dostlar bizi her zaman destekleyecek insanlar değillerdir. Onlar bize kimsenin söylemeye cesaret edemediği yanlışlarımızı söyleyecek ve bizi bazen bir kabustan sarsarak uyandıracak insanlardır. İnsanoğlu pek çok şeyi başarabilir ama asla kendisini tarafsız bir gözle değerlendiremez. Ailemiz ve dostlarımız bizim baktığımızda kendimizi göreceğimiz aynalardır. İş ki o aynalar kullanılmamaktan pas tutmasınlar.   

"En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir."
                    Hz. Ömer   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder