12 Aralık 2015 Cumartesi

12.12.15


     "Kasvetin bir düşman misali boğazına çöktüğü bir cumartesi sabahına uyanmıştı genç. Arınmayı bekleyen ruhuyla, tırnaklarıyla ve saç telleriyle günün boğuculuğunun üstesinden gelmeye çalışıyordu. Karanlığı da kendisiyle birlikte peşinden sürüklercesine, kaldığı hiçbir oda güneş ışınlarını içeri almıyordu. Ampul yakılmaya mecbur odalarda çaresizliğin birinden diğerine sürüklenirken, bakalım hangi çaresizlik onu sokaklardan alıp yorgan altında geçirilen ve böyle soluksuz, renksiz süregiden günlere götürecekti?"
     Evet şu an sadece sıkıcı bir kitaptan alıntı yapmış olduğumu söylemeyi dilerdim. Ama yine kendi ruhsal çöküntümden bahsederek sizi şaşırtmıyorum. Dışarıdaki gerçekçi aydınlığa karşı perdeleri sıkı sıkı kapatıp odanın -hiç de inandırıcı olmayan- bembeyaz ışığına mahkum edildiğimden beri başımda tanımlanamayan bir cisim -ya da ağrı diyelim, klişe olsun- var.  Şu an "Odalarda Işıksızım" diyebilmeyi gerçekten çok isterdim. Gönlümün Rus Efendisi -o sizin bildiğiniz ruslardan değil- Evgeny gibi ben de her daim "dark is better" diye düşünüp fazla ışıltılı, pırıltılı ortamlardan da insanlardan da köşe bucak kaçarım. Ruhumuz çekingen, n'apalım? İnsanları zaman zaman "Az içine kapan be kardeşim" şeklinde eleştirmişliğim de ömrümün kayıtlarında mevcuttur. 
    Hayatta hiçbir şeyin tek bir şekilde tanımlanamayacağı fikrine kapıldım bu sıralar. Hemen hemen her şeyin bir istisnası mevcut ve sanırım istisnalar gözlerimizi boyamaktan başka bir işe yaramıyorlar. Bulutlu havayla bu karamsar yaklaşımım harika bir kombin oluşturdu ve ben başka bir şey giyemez oldum! Hep duygularımın, hissettiklerimin beni iki ayrı uçlarda da etkileyebildiğine inandım. Ve bu durumu kontrol ederek kötü şeylerin bile beni geliştireceği bir yolu olduğuna inandım. For example: Stresin beni tetiklediğini, harekete geçirdiğini ve çok zamanda yapamadığım işi az zamanda ivedilikle yapmamı sağladığını düşünüyordum. Şimdi üzüntüyle anlıyorum ki o duygu -ya da davranış- stres değil de tembellikmiş. Yani tembellikten geciktirdiğim bir işi yumurta kapıya dayanınca kolaylıkla yapabiliyormuşum çünkü iş başından beri kolaymış! Bu farkındalıkla birlikte bir iskemleye çöktüm kaldım. O iskemleden de düşmem yakındır. 
    Bunu farketmemi sağlayan şeyse şu an gerçek bir stresle başbaşa olmamdır. Biraz çevrenin biraz da benim sayemde gözümde devleşen bir sorumluluğun altından kalkmakta gerçekten zorlanıyorum. Ve başaramama korkusu strese; stres karın ağrılarına; karın ağrılarıysa prospektüsünü bile okumadığım tavsiye ilaçlar içmeme sebep oluyor. Allah'tan ilaçlar işe yarıyor!
    Hadi bunu da aşarız da asıl sorun ne biliyor musunuz?  Siz bu yazıyı okurken ben çok uzaklarda değil, metroda evimin yolunu tutmuş olacağım. Ve bu sırada evlenilesi tarihlerden biri daha geçiyor olacak! Bence herkes sevdiğini alıp nikah dairesine koşmalı. Bakın bu tarihlerden gerçekten çok az kaldı. Bunların kıymetini bilelim. Bir ilahiyatçı atasözü der ki: "KIZLAR, YÜKSEK LİSANSTAN ÖNCE EVLENİN, YOKSA EVDE KALIRSINIZ."

18 Kasım 2015 Çarşamba

Run Hayru Run!

    Bu yazıyı küçük ellerimden ziyade yorgunluktan ağrıyan ve yürümekten şişen ayaklarım yazacaktır.
    Geçen sene Sulltanahmet Meydanı'na doğru koşan düzinelerce insan görüp o enerjilerine çok özenmiştim. E finish çizgisini de görünce önünde kilometrelerce koşmuşçasına fotoğraf çektirmeden geçmemiştim. O gün "Bunu ben de yapmalıyım!" diye düşünüp heyecanlanmıştım. Aklıma bir şey düştüğünde onu baştan sona organize etmeden rahatlayamadığım için seneye nasıl gitmeli, neler yapmalı, ne giymeli, ne içmeli kararlaştırmıştık beraber gideceğim arkadaşımla. İşte üç gün önce arkadaşlarımla, tam da bir sene önce planladığımız şekliyle Avrasya Maratonu'na katıldık. Geçen senenin aksine bu sefer birçok start çizgisinin altından geçtik neşeyle!

    Peki bir aktivitenin içinde ben olurum da can dostum olan talihsizlik olmaz mı? Elbette olur. Bir sene öncesinden kararlaştırsak da kontenjan dolmadan kayıt yaptırmayı başaramadık. Maratonun yetim çocuğuyduk biz. Neyse ki bizim gibi garibanları da düşünen olmuş bu işin başında. Böylece korktuğumuz başımıza gelmeden bir parçası olabildik bu organizasyonun.
   Yürümeye başladığımızda her şey çok güzeldi. Bulutlarda yürüyor gibiydik. Daha sonra ayaklarımızın betonmuşçasına ağırlaşacağını bilmeden umarsızca ve kahkahalar atarak yürüyorduk.Etrafımızda her yaştan, her zümreden insan vardı ve herkes aynı anda eğleniyordu! Bu ülkemiz için uzun zamandır hayalini kurduğum bir şeydi. Siyaset yoktu, çıkarlar yoktu, sınırlar yoktu. Herkes uğruna saatlerce yürünebilecek incelikte, güzellikte şeyler için yürüyordu. Hastalıklarla savaş için, engellere farkındalık için, şiddeti ve zulmü kınamak için ve daha birçok şey. Herkes fikrini olabilecek en güzel şekilde dile getiriyordu. Bu tam da orda görmeyi hayal ettiğim şeydi. Ben de şiddetin ve zulmün her türlüsüne engel olmak için yürüdüm. Hem de 15 km! Şimdi hangimiz daha haklı tartışmayalım istersen. 
   Demek istediğim, çok samimi bir ortam vardı. Herkes birbirini tanıyor gibiydi. Bir kişinin yaptığı espriye tanımadığı on kişi daha kahkahalarıyla eşlik ediyordu. Kimi zaman trolledik, kimi zaman trollendik. Mesela bir ara kendimizi selfie çubuğunun uzandığı yerlere bırakmış, çılgınca fotoğraf çekiyorduk. Maratondan saatler sonra fotoğraflara göz gezdirirken farkettik ki selfielerimizden birine bir çift gülümseyip poz vermiş. İşin acımasız yanı fotoğrafın asıl onlara aitmiş gibi gözükmesi. O tatlı çifte de buradan selamlar, mutluluklar.. 


   Boğazın havasını sıkışık trafikte ve miden alt üst olmuş halde almamanın tadı bambaşkaymış meğer. İnsanları sıcaktan bunalmış, arabaların içinde oflayıp puflarken ya da metrobüslerde balık istifi halinde görmemek muazzammış. Arabaların yarım günlüğüne nefes aldırdığı köprüde, diğer günlere nispeten temiz havayla deniz havasının karışımı elbette kafalarımızı biraz bulandırdı. Bu hal bizde etkisini sürekli gülerek ve gerçek manada "çılgınca", "durmaksızın" fotoğraf çekerek gösterdi. Ama bu konuda kendimi yargılayamayacağım. Yirmi yılda bir kere köprüye çıkmışım canım, olsun o kadar!


    Günün ilerleyen saatlerinde tek sıkıntımız altından ateşler çıkan ayaklarımızdı. Ama buna da katlanıyorduk. Eh insanoğlu zamanla her şeyle başa çıkmayı öğreniyor. Beşiktaş'a yaklaşırken açlıktan sırtımıza yapışan midemize çekeceğimiz ziyafeti düşündükçe yorgunluğumuz bir nebze hafifliyor ve keyfimiz yerine geliyordu. Kalabalık da yavaş yavaş seyrelmeye başlamıştı. Tam bu sırada gözümüze bir şey takıldı. Acımasız bir şey. Çirkin bir şey. "Biz bu kadar saat ne için yürüdük?" diye sorduran bir şey. 25 yaşlarında bir erkek -ilerleyen dakikalarda kardeşi olduğunu düşündüğümüz- 10-12 yaşlarındaki bir çocuğu kırk yıllık zalim edasıyla hırpalıyordu. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş çocuğu arkasından takip ederek önce sırtına yumruk atıyor sonra ayağına tekme atıp yere düşürüyor en sonunda ise ensesinden yakalayıp ayağa kaldırıyordu. Bu böyle birkaç defa tekrar  etti. Ben o sırada içimden bela okumakla meşguldüm. Sonra bu döngü devam ettikçe ellerim ayaklarım titremeye başladı. Ellerim ve ayaklarım bu zulme buğzetmekle kalmayıp koşup düzelteyim diye yaratılışlarının hakkını vermeye çabalıyordu. En son 25 yaşındaki mahlukat çocuğun ensesini sıkıca kavradı ve bırakmadı, bırakmadı, bırakmadı, bırakmadı. İşte o an bir çığlık koptu benden. O çığlığa ne zaman karar verip ne zaman ses tellerimi harekete geçirdiğimi bilmiyordum. İnsanın en sahici duygusu öfkeymiş meğer. Sonrasında arkadaşlarımla beraber bir yandan bağırıyor bir yandan da koşar adımlarla oraya gidiyorduk. İnsanları biraz olsun uyandırabilmiştik. Bu güzide ailenin geri kalanından öğrendiğimiz kadarıyla çocuk çok yaramazlık yapmış. O yüzden onlarca insanın önünde dayak atılıp onurunun kırılması, güveninin bitirilmesi ve geleceğinin elinden alınması müstehak ona!
    Eğer elli yıl sonrasının Türkiye'sini merak ediyorsak bugünün çocuklarına iyi bakalım. Geleceği onlar inşa edecekler. Çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakmak istiyorsak onlara o şekilde davranalım. Hatta sadece kendimiz yetmez, etrafımıza da bu yönde müdahale edelim. Onlar ne derece sağlıklı koşullarda yetişirlerse dünyayı da o derecede güzelleştirecekler. Hiçbir çocuğu bir başkasının gövde gösterisine kurban etmeyelim. Kim bilir, belki de bunca zamandır helak olmayışımızın müsebbibi onların güzel masumiyetidir. Ne dersiniz?
  
    Olayı nasıl kamu spotuna dönüştürdüm bilmiyorum. Ama bunlar günlerdir kafamda dönen düşüncelerdi. Şimdi sizleri metroda, yolda, pazarda bir çocuğu, bir bebeği güldürmenin serinliğine davet ediyorum. Bu daha iyi bir geleceğin inşası için taşın altına elini koymak demek. Başkaları bir yandan çocukları üzerken biz diğer yandan onları delicesine mutlu edelim. Birileri yıkarken biz daha kalabalık olup onaralım.
   Hangi yolda, ne için yürüdüğümüzün farkında olmak dileğiyle!

  

28 Ekim 2015 Çarşamba

"ölüm gelmeden biz kalkalım"

    Bu yazı Fabrizio Paterlini'nin Now bestesi eşliğinde yazılacak, dinlenilmesi de şiddetle tavsiye edilecektir.

   Son zamanlarda daha çok gelecek zaman kipiyle konuşuyorum. Bugünü boşvermiş, yarına kafayı takmışım. Hayal ettiğim her şeye zamanım yetecekmiş gibi yaşıyorum. Ama ya ölüm o kadar da uzak değilse? Farkındayım, bu yazıyı yazdıktan sonra ölecek olursam bu çok trajik olacak.  Ne zaman etrafımdan birisi bu dünyayı bırakıp gitse bu düşüncelere saplanıp kalıyorum. Elimde değil. Ya bütün hayallerim, planlarım, hazırlıklarım yarım kalırsa? Bu cümleyi bile bitiremeyebilirim. Allah'ım bitirdim çok şükür.
   O kadar ölmeyecekmiş gibi yaşıyorum ki.  Birinci tekil şahıs için konuşuyorum çünkü bu sorumsuzluk için kendimden başkalarını da suçlamaya yüzüm yok. Hakkım da yok elbet. Bir genç kızın ölümü -ki buna ölüm demeyelim çünkü üşütüyor beni- beni bu korkulara sevketti. Kim bilir neler yapmak geçiyordu içinden hayata dair?.. Onun süresi dolmuşken ve ben de benim süremin ne zaman dolacağını bilemezken nasıl da amaçsızca nefes alıyorum. Yapmam gereken ve yapmak için can attığım her şeyi pervasızca erteliyorum. Şimdi hangimiz daha ölüyüz? Bu annelerimizin en lezzetli yemekliklerini çıkmaz ayın son perşembesi için dondurucuya atarken akşamı bir tas çorbayla geçiştirmelerine benziyor. Şimdi yapmak istediğim her şeyi ilerde yaşanması muhtemel ama asla kesin olmayacak güzel bir güne saklıyorum. Ama ya o gün gelmeden ben  gidersem? Tembelliğime bir ders vermeye çalışıyorum burada. 

    İçinden ne geçiyorsa şimdi yap! İdeallerin için savaşmaya şimdiden başla! İstemsizce aldığın her nefesin hakkını ver. Bu dünyaya bir güzellik kat. Çünkü ortalık berbat. Bekleyerek, erteleyerek başarabileceğin tek şey istediklerini daha uzağa düşürmek olacak. Yaşadığın her gün, yaşayabileceğin yılları daha iyi ve daha inanılmaz yapabilmen için verilmiş avanslar. Ölümden konuşuyordum en son değil mi? Ama işte hep böyle oluyor. Her şeyin sonunda iş yine ümit etmeye kalıyor. Şimdi imkansız gibi gözükse de her şey düzelecek. Sadece ceplerimizde dolandırdığımız nimetlerin daha çok farkında olmalı, bunların hakkını da adam akıllı  vermeli. 
    Bu konuya vizelere bir türlü çalışamıyor oluşumdan, sürekli erteliyor oluşumdan gelmiş olmam anlattıklarımın ciddiyetini bozmasın sakın. Daha başka şeyler de var bana aceleyle bilgisayarı açtıran. Ölüm gençlere yakışmıyor Allahım. Başka gençlerin boğazında düğümlenip kalıyor. Bir babanın alnındaki sızı olup kalıyor. Geçmek bilmiyor. Aldığı hiçbir nefesin gereğini yapamayan tembellerin aklına takılıp kalıyor. 
    Biz insanlar neden böyleyiz? Dünyadaki diğer canlılardan bizi ayıran aklımızı neden bir tek çarezilik, zulüm ve felaket anlarında devreye sokuyoruz? Bir şeyleri iş işten geçmeden, çiçekler solmadan öğrenmemizin bir yolu yok mu? Bütün hayatımız boyunca ölüme hazırlanmak için yaşıyoruz. Kim daha iyi, verimli, kaliteli hazırlanırsa yarışı o alacak. Bizi hayal edemeyeceğimiz kadar mükemmel ve sonsuz ve kötülüğe dair en ufak bir şeyin olmayacağı bir hayat beklerken bile ölüm bu kadar acıyken, ahirete inanmayanlar nasıl dayanıyorlar buna Allahım? Ama senin rahmetinin bolluğu, merhametinin genişliği onları bile dayanıklı kılıyordur. Sen, Sana sırt çevirenlerin de Rabbisin. Şimdi biz nasıl ümitvar olmayalım?

23 Ekim 2015 Cuma

kaç yıldı hatrı kahvenin?

   Selamlar. Ben bugün çok acayip bir şey yaptım. Aşık oldum! Şaka tabi ki. Hepinizin dikkatini çektiğime göre esas meseleye gelebilirim. Belki duymuşsunuzdur; 22-25 Ekim tarihlerinde Haydarpaşa Garı, bu yıl ikincisi düzenlenecek olan İstanbul Coffee Festival'e ev sahipliği yapıyor. Tanıtımı facebookta gördüğüm ilk andan itibaren -kahveyle uzaktan veya yakından hiçbir alakam olmasa da- biletlerin satışa çıkmasını iple çektim ve fırsat kaçmadan erken satış biletlerinden edindim bir tane. Beraber gitmek üzere sözleştiğim arkadaşımla bu festivalin harika olacağı konusunda kesinlikle hemfikirdik. Ta ki o biletini almaya kalmadan biletler tükenene kadar..
    İşte şimdi hikayenin hüzünlü kısmına geliyorum. Bir ay öncesinden biletimi alıp heyecanla ve daha çok da merakla festival tarihini bekleyen benim için festivalde yalnız olmak fikri pek hoş değildi. Ruhumun en özgüvensiz kısmı etkinliğe tek başıma gitmemin ne kadar korkunç, ürkütücü ve rezilliklerle geçme potansiyeli yüksek olacağı konusunda bana baskı uyguluyordu. Ben de son güne kadar ruhumun bu lanet kısmının etkisi altında bileti elden çıkarmak için samimi bir şekilde uğraştım. Ama belki de bu korkularımla yüzleşmem için bir fırsattı. Festivalden önceki gece kendimi buna inandırdım ve her zamanki korkuyla karışık "sen bunu da yaparsın kızım" tavrımı takındım.
    Bugün ise beklenen festival için hazırlanıp yola koyulduğumda sağanak yağmur bana eşlik ediyordu. Bunun kötü şanstan değil de mevsim şartlarından dolayı olduğunu tekrarladım kendime. Haydarpaşa Garı'ndan içeri adımımı attığımda taptaze kahve kokusu karşıladı beni. Türk kahvesi yapmayı bilmiyor olabilirdim ama kahvenin kokusundan ve hatırından haberim vardı çok şükür. Festival alanının büyüsüne kapılıp birkaç dakika avare bir şekilde etrafta dolaştıktan sonra kendimi toplayıp ilk kahvemi almaya gittim. "İlk" diyorum çünkü üç buçuk saatte hayatımda hiç içmediğim kadar çok kahve içtim.
    Fotoğrafta gördüğünüz sevgili ilk kahvemin en lezzetlisi olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim(Gloria Jean's Coffees). Bir yandan kahvemi yudumlarken bir yandan da festival alanında vagonların arasında dolaşmaya başladım. Kahve dükkanlarının standlarında kahve tadımı için kuyruklar oluşurken birtakım beyaz eşya markalarının standlarında da kahve makinaları tanıtılıyordu. Bununla beraber tatlı ve yemek standları da yerini almıştı peronlarda. Kahvenin çağrıştırdığı her şeyi bulmak mümkündü. Karpostallardan kahve fincanlarına, defterlere ve aksesuarlara kadar.

     İnsanlar kuyruklar oluştururken, vagonlar arasında fotoğraf çektirirken ben bu sırada etrafı seyredip yavaş yavaş geldiğim için memnun olmaya başlamıştım. Sonra uzaklardan gelen müzik sesini takip etmeye başladım. Kalabalığın arasında kahvemi üzerime dökmemeye çabalayarak ilerlerken bir anda kendimi sahnenin önünde buldum. Bu kesinlikle bir canlı müzikti. Liseden sonra bu, dinlediğim  ilk canlı müzik olacağı için çok da heyecanlandım. O sırada sahnede daha önce hiç adını duymadığım bir grup vardı: Gözyaşı Çetesi. "Gel" isimli şarkıları, kendilerini müziğe kaptırmış halleriyle çok güzel bir enerji yayıyorlardı. Kulağım onlardayken hediyelik eşya bakınmaya başladım. Çok orijinal ürünler vardı, en az kendileri kadar orijinal(!) fiyatlara. Yeri gelmişken belirtmeliyim ki çok da öğrenci işi bir organizasyon değildi. Kahveler ne kadar ikramdansa geri kalan ürünler de bir o kadar tuzluydu. Bilet fiyatımın iki katı ücreti aldığım şeylere ödediğim için vicdanım biraz rahatsız açıkçası.
     Kendi başıma olmanın faydaları da vardı. Mesela daha çok insana gülümsedim. İnsanlık için de benim için de büyük bir adımdı bu. Sıkıldığım zamanlarda ise hemen akadaşlarıma telefon açtım. Onlara dediğim zaman bana katılmadıklarına pişman olmaları için gereken her bilgiyi verdim. Ve kesinlikle pişman oldular. Sayılı megabaytlarıma rağmen snapchatimi kahvelere boğdum. Telefonumla ilgilenmediğim sıralarda ise resim sergilerini gezdim. Aralarında inanılmaz parçalar vardı. Farklı farklı sanatçıların bildiğimiz ve içtiğimiz kahveleri  kullanarak ortaya çıkardıkları eserlere ba-yıl-dım. Bunların yanında yine kahve temalı eğlenceli ve rengarek resim çalışmaları da vardı. En inanılmaz geleniyse İlker Sak'ın kahve çekirdeklerine hepsi birbirinden farklı yüz şekilleri vermesiydi ve bu güzelliği ancak büyüteç yardımıyla görebilirdiniz.

     Kahve festivaline gidilir de Barista Şampiyonunun elinden kahve içilmeden dönülür mü? Elbette dönülmezdi. Ve evet, gerçekten de öyle bir şampiyonluk varmış. Özkan Yetik'i ben de daha bir hafta önce keşfetmiş ve merakla birkaç videosunu izlemiştim. İnsanların kahvelerle neler yapabildiklerini görseniz şaşırırsınız. Brew Lab standında Özkan Yetik'i iş başında görünce hemen kuyruğa dahil oldum. En süslüsünden bir kahvesini içtim. Benim gibi bir içine kapanık için bunların ne kadar büyük olaylar olduğunun farkında mısınız? Şimdi kaç yıl hatırı vardır bu kahvenin?

      Festivalde en çok eğlendiğim anlardan birisi de Caribou Dilek Ağacına dileğimi yazdığım andı. Herkes aynı anda kağıtlara eğilmiş, kimisi aşk kimisi kahve ve huzur dolu bir hayat diliyordu. Ben de nasibime düşen kağıdı alıp "Hem kendim hem ailem hem de dostlarım için çok güzel bir hayat diliyorum" yazarak kalabalık panoya iliştirdim dileğimi. Her şey çok güzel olacak..

   Şimdi hazırsanız festivalin beni en çok büyüleyen anına geliyorum. Barış Demirel'in canlı müzik performansı. Barış da ilk defa dinlediğim bir isimdi. Ne kadar şanslıyım ki o an on adım ötemde kanlı canlı bir şekilde icra ediyordu müziğini. Bir müzisyeni izlerken en çok zevk aldığım an, onun gözlerini kapatıp kendini müziğine kaptırdığı andır. İşte Barış'ta tam da bu vardı. İlk önce bir İzlanda ninnisi çaldılar. Daha sonra kendi albümlerinden bir parçayla kapanışı yaptılar. Bense büyülenmiş bir halde bir saatin nasıl geçtiğini anlamadan ayakta dinliyordum onu ve ekibini. Yağmur seans boyunca hiç durmadı ve müzikle tam bir uyum içindeydi. Hem yağmurun ve ışıkların ahenkle birbirlerine karışmalarını izliyor hem de müziğin beni hiç bilmediğim yerlere götürmesine izin veriyordum. Gerçekten Evgeny'den sonra ilk kez birisinin müziğinden bu kadar etkilenmiştim. Çünkü ikisine de baktığınızda bu işi kesinlikle zevkle ve aşkla yaptıklarını anlayabilirdiniz. İkisinin de yaptıkları işe saygı duyuyorum. Bu saygıyı ve değeri müziklerine katan da kendileri. Eh, bu kadar uzun yazı yazıp gönlümün rus efendisi Evgeny'den bahsetmeden edemezdim. Çok alınıyor da böyle şeylere.

Böylece hayatımda bir günü daha kısmen başarıyla atlattım. Benim keşfedebildiklerim buzdağının sadece görünen kısmıydı.Eminim gerçek kahve tutkunları yapacak daha pek çok şey bulabilirler festivalde.  Bu kadar dil döktükten sonra inşallah birkaç kişiyi seneye bana katılmak üzere ikna edebilmişimdir. Bizde yalan yok cemaat, delillerle konuşuyoruz. İyiki şiddetli ısrarlarıma rağmen kimse almak istememiş biletimi. İyiki ruhumun özgüvensiz parçasını dinlememişim. İyiki gelecekte fotoğraflarıma, yazdıklarıma bakıp "Ne güzel gündü be" diyebileceğim bir gün yaşadım. Yaşadığımız her günde iyiki diyebileceğimiz bir an yakalamak duasıyla...
   

21 Ekim 2015 Çarşamba

Hayaller de vizelere dahil mi?

    Hayru'nun Notu: Ben bu yazıyı yazarken süper babaları anlatan videodan hepizinize tanıdık gelecek James Bay- Let it go (Bearson Remix) adlı şarkıyı dinledim. İzin verin, size de okurken eşlik etsin.

    Bence hayatımın en zorlu aylarını yaşıyorum. Dersleri, ailevi problemleri, olmayan gönül meselelerini bir yana koyarsak yirmi yaşımı anlamlandırmam için sadece birkaç ayım kaldı. Bu yaşımda geçirdiğim on ay boyunca kesinlikle hiçbir şey yapmadım. Ne kendi hayatıma ne de başkalarının hayatına bir incelik katabildim. 
   Şu an "Neden o kadar vaktimi ona harcadım?" diye kafamı duvarlara vurduğum meseleler nedeniyle etrafta aylak aylak dolaştım. Ne kadar şanssız olduğum üzerinde çok kafa yordum. Fakat şimdi "şans da kimmiş?"diyorum. Vaktimi hunharca öldürdüğüm konularda daha yeni yeni "Olmadıysa daha iyisi olacağı içindir" diyebiliyorum. İşte önceki yazımda bahsettiğim teslimiyet buydu. Bazen olmaması daha iyidir. Yukarıda bahsettiğim olmayan gönül meseleleri de buna dahildi. Benim bir gönül meselem yok. Ve bu beni  son zamanlarda en rahat ve özgür hissettiren duygu. Bir klişe olarak aşkın bir hastalık olduğundan bahsetmeyeceğim burada. Ama öyle olduğunu biliyorsunuz değil mi?
    Yani sonuç olarak yirmi yaşımın heba olup gitmesine sadece birkaç ay kaldı. Ve ben bu yaşımda başardığım bir şeylerin olması için çabalıyorum bu günlerde. Üzerimde korku tüneli etkisi oluşturan kalabalıklara giriyorum kendi başıma. Bir an nefesim kesilse de kendi kendimi cesaretlendiriyorum yapabileceğime dair. Tabi "yapabilirim diğ mi?" diye başını şişirdiğim arkadaşlarım da var. İşte öyle böyle korkularımın üzerine gitmeye çalışıyorum. Hiç bilmediğim ortamlara gözü kapalı atlıyorum. Ama bunu yaparken hala sınıfta hapşıramıyorum. İnsan hapşırmaya utanır mıymış? Ben utanıyorum. Çünkü normalde o kadar sessizim ki bir anda hapşırmak derse katılmak gibi bir şey olacak. Ama bu korkumu da yenerim ben evelallah. Yoksa hapşırığımı tutmaktan öleceğimi söylüyor insanlar. Bu yüzden ölürsem çok üzüleceğim kayıtlara geçsin.
    Çocuğunu her daim komşusunun çocuğuyla yarıştıran annelere döndüm iyice. Yirmi yaşıma on dokuz yaşıımın ne kadar harika olduğunu anlatıp duruyorum. En az onun kadar dolu dolu ve eğlenceli olsa yeter. On dokuz yaşımın hayatıma en büyük kıyağı hepsi birbirinden farklı ve birbirinden müthiş insanlarla arkadaş olmam oldu. Düşünsenize benim liberal iktisatçı bir arkadaşım bile var. Senin iktisatla ne işin olur demeyin, çok şey öğrendim sayesinde. Mimarımı, tasarımcımı, doktorumu saymıyorum bile. Geri kalan her konuda nasıl bocaladıysam arkadaşlıklarım konusunda bir o kadar iyiydim. Yirmi yaşımda bu arkadaşlıkları dostluğa çevirmekten başka hiçbir şey yapamadım. Hayallerimle o kadar meşguldüm ki gerçekleri kaçırdım. Bu dünyadan, bu ülkeden, bu hayattan ölesiye sıkılışım beni hayallere itti. Ama hayaller icraatları da gerektiriyormuş. Bunun farkına daha yeni vardığım için kendimden pek haz etmesem de bir şeyleri değiştirmek  için çabalıyorum. Zaten biz insanlara düşen çabalamak değil mi? Olur mu olmaz mı bilmeden yalnızca çabalamak. Çabalamak için geldik dünyaya. Fakat bunun bile hakkını verememişim bu zamana kadar.
    Artık hatalardan dolayı içine kapanmayı bırakıp elini taşın altına sokmak zamanı. Başaramadığımız her şey için kaderi suçlamak iyi fikir ama gerçek dünyada bir karşılığı yok hocam. Ne kadar ekmek, o kadar köfte! demişler. Son birkaç haftada bir şeylerin içine balıklama atlayışım bundan ötürü işte. Güzelleştirmem, anlamlandırmam gereken bir yirmi yaşım var. Bu vesileyle altı senedir her yaşımı bir yönüyle mükemmel kılan kızlarıma da teşekkürü bir borç bilirim. 
   

20 Ekim 2015 Salı

senin adın "kurtuluş"

      Bu bir kurtuluş hikayesidir. 
     Bir şeyin bitmesi nasıl bu kadar huzur verebilir insana? Oysa ki "bitmek" kelimesi mastar halinde bile hüzünlendirir insanı. Çünkü bu zamana kadar bitenler alıp götürmüştür içimizden olmazsa olmazlarımızı. Evliliğin bitmesi, paranın bitmesi, hayallerin bitmesi, zamanın bitmesi ve daha birçok şey. Bugüne kadar bunların bitişine şahitlik ettik istemeye istemeye. Ama şimdi düşünün ki; esaret bitmiş, kölelik bitmiş, kalbindeki hastalık bitmiş. Öylesine huzurlu ve özgür hissediyorsunuz. Gözleriniz öyle parıl parıl. Gözlerim öyle parıl parıl.
     Kurtuldum ya kurtuldum. Gençliğimi esir alan bir vebayı attım içimden. Mikroplarımdan arındım. Bunun hafifliğine ermek için o kadar çok bekledim ki. Kalbimden kuşlar havalanıyor şimdi gökyüzüne. Kendi kalbimi yıllar sonra yine kendim fethettim. İşgalden kurtardım yorgunluktan sesi işitilmeyen kalbimi. Hep aynı sıkıntılar içinde birbirini kovalayan birkaç yıldan sonra ilk kez mutlu hissediyorum. Prangalarımdan kurtulmuşum, şimdi nasıl uçmayayım?
     Artık gözlerimi kapattığımda sadece hayallerim var. Hiçbir pişmanlık, hiçbir hayal kırıklığı gölge düşüremez umuduma. Bu gerçekleri görmekte neden bu kadar geç kaldım? Çünkü çocukluk, oyun oynamaktan ibaret değil artık. Bu hatalar da çocukluğa dahil. Bu arada müthiş sıkıcı bir dersin ortasında olduğum belli olmuyor değil mi? Ben tam iç huzuru yakaladım derken bu hoca bileklerimi kesmeme sebep oluyor. Sen emekli ol hocam, ben de müsterih..

19 Ekim 2015 Pazartesi

huzur da kimmiş?

      Çok fazla duaya ihtiyacımız var. Zor zamanlar yaşıyoruz. Günden güne katlanarak büyüyen acıların hamalı olmuşuz. Kalbimiz sıkışıyor yorgunluktan. Genç öleceğiz böyle giderse.
      Yüzümüzdeki kırışıklıkları fondöten kapatıyor da, ya kalbimizdeki kırışıklıklar n'olucak hocam? He, kozmetik firmaları üzerinde çalışıyor muymuş? Aferin onlara. 
      Huzur bir teslimiyet ötemizde. Kendimizi ona bırakalım diye bekliyor. Bence teslimiyet iyi birisi, güvenelim ona. Yalnız şu an metrodayım ben. Metroda da yazıyorum ya. Bütün mutluluklar helal olsun ulan bana. "Ulan" demesem olmazdı. Bu dünyada samimiyet içeren tek şey ulan kelimesi olabilir. Yazmak konusunda mekan ve zaman tanımamam konusuna geri dönersek eğer: Ne yapsaydım? Birisiyle konuşmaya ihtiyacım vardı. En yakınımda da ben vardım. Aldım kağıdı, kalemi kendimle konuşmaya başladım. Kendi kendimi yargılayamazdım da. Kafam rahat yani.
     Zor zamanlar yaşıyoruz. Kaç para ulan bi mutluluk?! Parası neyse toplaşıp alırdık. Kardeşlik bu değil mi? Evet. Böyle ağlayıp sızlanmak çok cazip ama bardağın dolu tarafına da bir şans verilmeli. En azından ne kadar güçlü olduğumuzu gördük. Dayanamayız diye düşündüğümüz her şeyle öyle ustalıkla baş ettik ki dertler bile şaştı kaldı bu işe. Güçlüyüz elhamdülillah. Rabbim bize bunu gösterdi. Bizim acı eşiğimizle aşık atamazsınız bayım. Biz sizin kolayca ağlatabileceğiniz kızlardan değiliz. Öyle başkalarının anlattıklarıyla değil, kendi tecrübelerimizle yıkıldık çok şükür. Ve en az yıkılışımız kadar artistik hareketlerle kalktık düştüğümüz yerden.
     Konu nasıl buraya geldi ya? Bir yazmaya başladım mı kendimi kaybediyorum. Kendimi buluyorum. Bir kere bulunca da bırakmak istemiyorum. Daha karpuz kesecektik hocam, nereye?