23 Kasım 2016 Çarşamba

'yarına devretmeyen tarifeler'

   Ağır demir kapıyı tüm gücüyle açarken "Bir günde yalnızca bir kez, o da iki saniyeliğine görmek reva mı bana?" diye içinden geçirdi. Daha ilk adımda ürperten bir soğuk rüzgar buyur etti karanlığa onu. Usul usul yürümeye başladı, nereye gittiğini bilmeden. Aklı fikri nasıl da karşılaşmadıklarındaydı. Nasıl da görememişti onu doyasıya. Hoş, bunun doyumu olan bir şey olduğunu da düşünmüyordu. Sanki baktıkça daha da derine iniyordu. Baktıkça kayboluyordu.
  Karanlık ara sokaktan mağaza vitrinlerinin gözlerini kamaştırdığı caddeye doğru döndü. İnsanlar bir o yana bir bu yana yürüyorlardı hızlı adımlarla. Nereye gideceklerini biliyorlardı muhakkak. Yolun sonunu göremediğinde yavaşlıyor insan. Kendisini bekleyen muammaya ne kadar geç varırsa  o kadar iyi olacağını düşünüyor..
  Sahi, nasıl da görememişti. Onu görmediği bir günü nasıl tamamlayıp ertesi güne geçebilirdi ki? Bugün ile yarın arasında sıkışıp kalmış gibi hissetti. Bu sıkıntıyı def edebileceğini umarak atkısını bollaştırdı. Burnundan aldığı derin nefesi, sigara dumanını bırakırcasına bıraktı dudaklarının arasından. Bu, rahatlamak için kendince bulduğu bir yöntemdi. Kalbine "sabret" demenin bir yoluydu bu derin nefes. Kendisini teskin edebilecek tek kişinin yine kendisi olduğunu farkedeli yıllar olmuştu.
  Ardında bıraktığı demir kapıdan çok uzakta olmasına rağmen arkasını dönüp yürüdüğü yola uzun bir bakış attı. Olur ya, peşinden bir gelen olmuştur, bugünle yarın arasındaki araftan çıkmasını sağlayacak bir çift göz vardır belki de.. Ama yoktu. Bu zamana kadar hiç arkasından bakanı olmamıştı zaten. Önüne dönüp sonunu bilmediği yoluna devam etti ağır ağır. "Bu coğrafyada ardından bakmalar, yolunu gözlemeler, gideni uğurlayamamalar, gelmeyeni beklemeler hep bana aittir" diye mırıldandı küskün bir tavırla. Ama kime küs olduğunu da bilmiyordu. Kendi mezhebinin kader anlayışını bu kadar iyi bilirken de kaderi suçlayabilir miydi?
  Bugünün yaşanamayan vuslatları yarına da devredilmiyordu malesef. Yarın ya da haftaya yahut bir sene sonra da birikmiş bir vuslat anı olmayacaktı. Şu kapitalist düzende telefon tarifelerindeki dakikalar bile diğer aya devrediliyordu ama gönül bugün yaşayamadıklarıyla kalıyordu bir başına. Ertesi gün her şey sıfırlanmış oluyordu. Yine bir ihtimale bel bağlayacaktı. Başka türlüsü olmamıştı, olmazdı da.
  Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Lacivert göğün ağaçlarla örtülmesini seyretti bir süre. Bu ağaç yapraklarında bir şey mi vardı ki, esen her rüzgarda biraz daha huzur buluyordu? Zihninde yaptığı bütün o muhakemelerden sonra bir derin nefes daha aldı. Sıcak nefesi aralık soğuğuna karışırken "Sabret.." dedi kendi kendine ve ekledi: "Güzel günler gelecek.."



9 Kasım 2016 Çarşamba

her şeyin 'not' olmadığı yerden.

     Hava yirmi üç derece. Akşamüstü dışarda öyle tatlı bir esinti vardı ki, eve girmemek için epey direndim. Yorucu bir sınavdan çıkıp fakülte bahçesinde bir ağacın altında oturduk. Arkadaşlarım çaylarını yudumlarken ben de kakaolu sütümü içiyordum. Çünkü okul kantininde, hele ki karton bardakta çay içilmez. Fırsatını bulduğu ilk anda semaveri yakan bir babanın kızı olarak, çay konusundaki çıtamı böyle fütursuzca en aşağıya çekemezdim.
    Dili Arapça olan bir sınavdan çıkmıştık ve sınavımızın nasıl geçeceğini anlamaya yetecek Arapça'mız yoktu. İşte bu duygunun insana verdiği bir rehavet var ki, görmelisiniz. Dünyanın en saçma sohbetlerini yapıp durmaksızın kahkahalar atıyorduk. Sonra biraz dikkat çekmiş olabileceğimiz ürpertisi içimizi kapladı ve "tamam artık ciddileşelim" dedik, o an ciddileşmek ne kadar mümkünse.. Sınav maratonuna verdiğimiz bu kısa mola hepimize iyi gelmişti. O rüzgar ve o ağacın altı hepimize iyi geldi.
   Sonra olaysız dağıldık. Eve giderken manava ve markete uğradım. Bu sene çarşamba günlerinin en rağbet gören sorusu "Yarın ne yemek yapacağım ben?!" oldu. Yirmi bir yaşına gelip daha yeni yemek yapmayı öğrendiğim utancı bir yana, gerçekten bir menüye karar vermek çok zormuş. O ağacın altında arkadaşlarımdan silah zoruyla aldığım tavsiyeyle yarın için domatesli-biberli makarna yapmaya karar verdim. Acemi işi yemeklerimden inşallah kimsenin midesine geri dönüşü olmayan zararlar vermiyorumdur.. :)
   Dördüncü yılında olduğum üniversite hayatım boyunca sanıyorum ki hiçbir zaman bu iki haftada çalıştığım yoğunlukta çalışmamıştım. Bu kısımda bir övgü beklemiyorum kesinlikle. Bu elbette, zaten yapmam gereken bir şeydi. Şu an hem bedenen hem zihnen çok yorgunum. Ama buna karşılık çok da mutluyum. Çabalamak, çok iyi birisi. Hele ki sonunda karşılığını alacak olmak, candır. Şimdi bana düşen, daha önce beni bu mutluluktan alıkoyan şeyler için biraz hayıflanmak.. Ama yine de kendimi övdüğümü düşünmeyin. Hala sınıfta hiç koşulsuz bana yardım eden, arkamı toplayan arkadaşlarım olmadan bir hiç olacak Hayru'yum. Genel olarak bir hiç'lik durumum var zaten, yapacak bir şey yok. Bu sene her zamankinden çok çaba göstermemi sağlayan şey ise; gelecek planlarım için okul ortalamamın kucağına düşmüş olmak.
   Ve elbette hep konuşulan şu "her şey not değil arkadaşlar" sözüne bir değinelim. ARKADAŞLAR, HER ŞEY NOT DEĞİL. Ciddiyim. Bu sene okulda öyle hoş anlar yaşadım ki, "tamam, ilim halkasında olmak bu işte" dedim. Mesela bir hocamız var. Araştırma yapmamız gereken bir konuda kapısını çaldık, hemen bizimle kitaplarını paylaştı. Yaratılış, insanın özgürlüğü ve irade gibi konular üzerine arkadaşımla kafamızın çok karıştığı ve artık tehlikeli şeyler düşünmeye başladığımızı düşündüğümüz anda hocamızın kapısına koştuk. Hocamız o halimizi görünce epey eğlendi :) Sonrasında ise fakültenin bir laboratuvar olduğunu ve eksikliklerimizi burda farketmiş olmanın bir artı olduğunu söyledi. İçimize su serpti. Sonra derste yatsı ezanının okunmaya başladığı her seferinde dersi anlatmayı bırakıp hayran hayran ezanı dinledi. Biz de hocamızın iyi kalpliliğini izledik.. Başka bir hocamız dersin ortasında tam bir cümle kurarken telefonuna mesaj geldi. Hoca telefonuna bakıp birden cümlesini tamamlayamadan gülümsemeye başladı. Hoca gülüyor, biz gülüyoruz. Meğer eşi küçük kızının fotoğrafını göndermiş hocamıza. Fotoğrafı bize de gösterdi ve "bu çok başka bir duygu" dedi. Bizimle sadece ilmini değil, hayatını da paylaştı. Bir başka hocamız ise her dersi dua ederek kapatıyor. Hep beraber aynı duaya "Amin" diyoruz. İşte bu anlarda önce usulca arkama yaslanıyorum sonra da doğru yerde olduğumun ve ne kadar yorulsam da (ve bazen bıksam da) hayatımın en değerli zamanlarını yaşadığımın farkına varıyorum ve yüzümde ko-ca-man bir gülümseme beliriyor.. :)
   Demem o ki, çoğu zaman denizi geçip derede boğuluyoruz. Ve bu sırada Rabbimizin karşımıza çıkardığı her inceliği göremeden yavan dünyalar kuruyoruz kendimize. Sadece öğrencilikte geçerli şeyler değil söylediklerim. İş hayatında da komşuluk ilişkilerinde de aile ilişkilerimizde de muhakkak bu incelikleri yakalamanın bir yolu olmalı. Birini sırf insan olduğu için, sırf aynı ortamı paylaştığımız için, sırf çocuk olduğu için, sırf din kardeşi olduğumuz için gülümsetmenin bir yolu olmalı. İmtihanlarla olduğu kadar "imkan"larla da dolu olan bu dünya hayatında hepimizin böyle bir verilmiş sadakaya ihtiyacı var.. :)
   Bu vesileyle -her ne kadar okuma ihtimalleri çok düşük olsa da- okulda geçirdiğim her gün gülümsemek için, şükretmek için, daha çok çabalamam için bana sebep olan arkadaşlarıma ve hocalarıma teşekkür ederim.

          "İnsanlara şükr (teşekkür) etmeyen Allah’a da şükretmez." 
             (Tirmizi Birr 35; Ebu Davud Edeb 11)
 










15 Ekim 2016 Cumartesi

Erzincan sempatizanı bir Sivaslı.

     15.08.2016   
    "Buradan vazgeçmediğimi konu alan bir yazı yazdıktan sonra üç ay boyunca hiç girmediğimi gözardı ederek yeni yazıma başlıyorum. Sanırım içimdeki memur yaz tatillerinde ve sömestrlarda bloga da ara veriyor. Okulların bitişinden bu yana çok şey değişti. Bazıları süper şeyler, bazıları buruk. Buruk sıfatını uygun gördüğüm şeyler yüreğimizde beş yüz futbol sahası büyüklüğünde enkazlar bıraktı. Yeni yeni ayağa kalkıyoruz. Bir süre bebek adımlarıyla ilerleyeceğiz. Ama ilerleyeceğiz. Hayatın kanunu bu. Her gün yeniden güneş doğuyorsa beton yığınlarının ardından, o halde bir şeyler değişmek zorunda.
   Tam bir ay önce bir şey oldu. Bir şey işte. Daha fazla adını duymak istemediğim, tanımlamaktan çekindiğim, alışmaktan korktuğum bir şey. Bu konuda amacım olan biten her şeyi kronolojik sırayla yazmak değil. Siyesete en uzak insan bile (bu ben oluyorum) bu süreçte hayatında hiç izlemediği kadar haber izlemiştir. Olan biten her şeyi herkes kendi süzgecinden geçirip gördü. Ben bir tek duygulardan bahsedebilirim.
   O akşam keyifli bir akşamdı. Evde misafirlerimiz vardı ve kekler pişirilmiş, çaylar demlenmişti. Hepimiz masanın başında toplanmış, ufaktan muhabbete başlamıştık. Sonra bir haber düştü mesaj kutularımıza. Herkes işin aslını öğrenmek için ayrı bir haber sitesinde geziniyordu. Sonra "bu böyle olmaz" dedik. Çay bardaklarını usulca bıraktık. Televizyon kanallarına bakmaya başladık. Başbakan konuştu. "Askeriyenin içindeki birkaç kendini bilmezin kalkışmasıdır" gibi bir laf etti. Askeriyeye dair hiçbir fikri olmayan ben, birkaç kişiden 15-20 kişiyi anlamıştım tabi ki."


     15.10. 2016
     Bu konuya daha fazla devam edemedim. 15 temmuz gecesinden tam bir ay sonra yazmıştım bu satırları. İçim öylesine bir acıyla doluydu ki bilgisayarın başına oturmam tam bir ayımı almıştı. Onda da gücüm ancak üç paragraf yazmaya yetmişti. Bir cümle daha yazsam aynı anlara geri dönüyordum. Bu nedenle usulca taslaklar'a attım yazımı.
     Bugün ise aradan iki ay daha geçti. Şehidlerden birinin üç çocuğuyla birlikte çekildiği fotoğrafa bakıp bakıp ağladığım, bir de mevlüdüne gidip o çocukları canlı canlı görüp tekrar tekrar ağladığım zamandan geriye sadece şehid abimizin metrolardaki fotoğrafları kaldı. Fotoğrafını her gördüğüm yerde gözünün içine bakıp "Abi, emanetlerin başımızın tacıdır. Allah senden razı olsun." diyorum. O güzel insanı yaşarken tanıyamamış olmanın üzüntüsünü hala yaşıyorum. Ama Allah ona öyle şerefli bir ömür ve kavuşma nasip etmiş ki artık adını herkes biliyor. O gecenin daha belki adını bile bilmediğimiz bir sürü kahramanı vardır. Ama nedendir bilinmez ya ben en çok bu abiye özendim, üzüldüm, gurur duydum. Onun ardında bıraktığı evlatları için üzülürken Rabbim öyle bir incelik gösterdi ki hepimize.. Şimdi Sri Lanka'da onun adıyla bir yetimhane yetimlere kucak açacak, yuva olacak. Allah hepsinden razı olsun. 
   Abimizin de hayatını, davasını okuyup dinleyince aklıma hemen şu soru geldi: Allahım böyle hayırlı bir dost, hayırlı bir eş, hayırlı bir evlat nasıl yetiştirilir? Biz başarabilecek miyiz acaba söz konusu vatan olunca hiç düşünmeden ve her şeyinden vazgeçip göğsünü kurşunlara siper edecek kadar yürekli ve imanlı gençler yetiştirmeyi? İşte bu, uzun uzun kafa yormamız gereken bir mesele. Hasılı kelam, onları yetiştiren ana babalardan da, ellerini tutan eşlerden de Allah ebeden razı olsun.
    Abimiz kendisini "Erzincan sempatizanı bir Sivaslı" diye tanıtmış twitter hesabında. Öyleyse Halil abi,bundan böyle ben de "Sivas sempatizanı bir Erzincanlı"yım. 

10 Eylül 2016 Cumartesi

öznel acılar


"Aşkı ve öfkeyi söyleyemediğinde insanın konuşmaya dair hevesleri de bir bir yok oluyor."

  Kitaplarla ilgili sevdiğim şeylerden biri de bitirişimin üzerinden yıllar geçen kitapları elime alıp altını çizdiğim satırları yeniden okumak. Aranızda zaman makinesinin nasıl çalıştığını merak edenler varsa bu yöntemi evinizde korkmadan deneyebilirsiniz. Bu satır Tarık Tufan'ın ve Sen Kuş Olur Gidersin kitabının yetmiş sekizinci sayfasında ikamet etmekte. 
   Kitabın ilk sayfasına dönüyorum. Tarih: 4 Temmuz 2013. Konuşmaktan ziyade ağlamayı tercih ettiğim zamanların başlangıcı. Gerçi üzerine biraz düşününce ağlamak eyleminin çok da tercih meselesi olmadığı kanaatine varıyorum. An gelir, kendinizi ifade etmek için iki damla tuzlu sudan başka hiçbir şey bulamazsınız. Ama durun, bu cümlemi de yoklamalıyım. Gözyaşı bir ifade biçimi midir? Yok bu kadar basit olmamalı. Bana kalırsa gözyaşı bir isyan hareketidir. Bir savaş başlangıcıdır. Öyle ki, gözyaşına sebebiyet veren anlamaz bunu. O yüzden ardından gelecek olan fırtınaya habersizken yakalanır ve sonunda alt üst olur. Ancak mazlumların Rabbi haberdardır olacaklardan. İşte bu da insanın uzun süren ağlayışlardan sonra yaşadığı rahatlık hissini açıklıyor sanırım. 
   Gelelim 3 yıl. 2 ay, 7 gün sonrasına. Hala ama hala söyleyemediklerim var. Yutkunamadıklarım var. Gecenin sonunda gökyüzünü izlerken yanaklarımdan aşağı ince ince yolunu bulanlar var. Böylece herkes yolunu buluyor benim haricimde. Söyleyemediğim her şey söyleyebildiğim hiçe de mani oluyor. Gevezeliğimden sıyrılıyorum. Söyleyemediklerimin altında eziliyorum her defasında. Bir iki yüzlülük var bu işte. Ki o iki yüzlülüğü ben yapıyorsam şayet, kendime yapıyorumdur mutlaka. Bütün haksızlıklara boyun eğip sonra da "hayatta en önemli erdem adalettir" diyerek kendime ihanet ediyorumdur. Sevgime sahip çıktığım kadar nefretime sahip çıkamıyorum. Arkasında dimdik durup kollayamıyorum onu. Halbuki doğru şeyden veya kişiden  nefret ediyorsan nefret de güzeldir. Bize sevmeyi, iyiliği, sahip çıkmayı öğretirken kendimize değer vermeyi öğretmediler. Gelin bir de burdan doğru yiyin hakkımızı. Bir de bu taraftan vurun iyi niyetimize. Sevgimizin her zerresini sömürmekten sakın çekinmeyin.
  
    Bir başka kitap. Atakan Yavuz'un Hata Günlüğü. 
   "Yüz mahzunlaşınca yürek bilgeleşir." 

    Hangi sahte gülümsemeyi zoraki takındıysak yüzümüze, hiç düşünmeden inandılar. İnanmayın bu söze sevgili okur. Bilge bir yürek kimsenin umrunda değil dünyada. Dünyada sadece elde edebildiklerin ve biraz daha zalimlikle kolaylıkla elde edeceklerin vardır. Bundan daha iyi bir dünya ihtimali bu insanlara ahireti bile unutturabilirdi. Hoş, başkasının dünyasını kolaylıkla yıkanların ahiretle ilişkisini de merak etmiyor değilim. Ama buna kafa yorarsam yine kendi zamanımdan onlar için çalmış olurum. Bu da hayallerime ayıp etmek demek olur. Başkalarının gönlünü hoş tutmaya bir ömür adayıp da yaranamadığımız tüm zamanlara karşılık hayallerime asla ayıp etmek istemiyorum.
    Hasılı kelam, siz siz olun, öfkenize sahip çıkın. Hayat bu. Bütün dünya gözlerini kapatsa da kulaklarını tıkasa da Allah gerçeği görüyor, duyuyor, biliyor. Bu hakikate teslim edin kendinizi ve Allah'ın adaletinin tecelli etmesini bekleyin. Ya bu dünyada ya asıl yurdumuzda.
Yazarın notu: Bu cümleleri tamamen kendim için yazdım. Gereksiz gaza gelip haksız yere kalp kırmayın. Yeterince kırık dökük var etrafta. 

  

24 Mayıs 2016 Salı

I'm alive.

    İki haftadır ülkemin gençlerinin yaşama sevincini, geleceğe dair beslediği umutlarını elinden almaya çalışan iç mihrakların oyunu olan finaller dönemiyle cebelleşiyorum. Açıklanmayan sınavları saymazsak şu an için ortada bir büt gözükmüyor. Ki gözükse bile bununla nasıl başaçıkacağımı bilmiyor değilim. BÜTLERDEN GEÇMEYİ SİZDEN ÖĞRENECEK DEĞİLİZ!!!
    Altı kişilik odaya bu maraton yüzünden ilelebet mahkum olduğumdan beri havaların bu kadar mükemmel olması ciğerimi soldurmakta. Sanıyorum Orhan Veli de o meşhur şiirini böyle bi durumdayken yazdı. Bu güzeler havalar beni de mahvetti Orhan.
    Her sınav dönemi nerden başlayacağımı bilemediğimden çalışamamamın suçunu bölümüme atabilirim. Yoksa ben de isterdim şuraya sınavlara nasıl motive olduğumu, nasıl 3.80 ortalama yaptığımı anlatayım da yeni nesil feyizlensin ama yok işte. Dünyaya ders çalışmak için gelmediğim çok bariz. Demek ki benim bu dünyadaki amacım daha başka bir şey! Yoksa BİZ 3.80 ORTALAMA YAPMAYI DA İYİ BİLİRİZ. Ama yapmamamız gerekiyor demek ki! Dünya buna hazır değil, anlatabiliyor muyum? Her şey bu gezegenin korunması için. Heeer şey.
     Hem hayatta her zaman şuna inanmışımdır: Önemli olan çok çalışıp geçmek değildir. Çalışmasan da geçebiliyor musun, asıl olay budur işte. Evet evet, benim dünyadaki rolüm bu olmalı: İmkansızı başarmak. Gece gündüz çalışıp herkes geçer canım. Bu çalışkanlık değil, kolaya kaçmak aslında. 
     Derken, sınıf arkadaşım bu yazıyı okuyunca altı bin iki yüz elli sekizinci kez "SENİN SÜLALEN RAAD HERALDE??" diyecek. Sülalem değilse de ben rahatıma düşkünüm. Bunun için özür mü dilemeliyim yani? Şaka bir yana, buraya gelip yoğun (!) çalışma tempoma bir nefes aldırıp hala hayatta olduğumu ve burdan vazgeçmediğimi ilan etmek istedim. Bu bünyenin bir büte daha takati kalmadı. O nedenle dualarınıza çok acil talibim. Esen kalın, bütsüz kalın..



5 Mart 2016 Cumartesi

Beytullah'ın Gölgesinde II

          Muhammed'ül Emin'in çok sevdiği memleketinde en son, Mescid-i Haram'ı haylaz çığlıklarıyla, oyunlarıyla dolduran meleklerden bahsetmiştim. Aşağıdaki resim de tam olarak hangi ülkeden geldiklerini bilemediğim büyük bir çocuk grubuna ait. Tavaf sırasında başlarında hocalarıyla, Esma'ül Hüsna'yı seslerinin olanca yüksekliğiyle okuyorlardı. Tavaftaki herkes de tebessümle ve maşallah'larla onları izliyorlardı. Bu ihramlı, küçük müslümanlara birer maşallah da bizden olsun.



         Bizim için orada kendi umremizi yapmaktan daha önemli bir şey varsa o da kuşkusuz babaanneme umresini yaptırabilmekti. Hem yaşlılığın verdiği yorgunluk hem de yoğun kalabalık nedeniyle babaannemi mümkün olduğunca tekerlekli sandalyeyle dolaştırdık ve ibadetlerini de bu şekilde yaptırdık. O kalabalıkta tekerlekli sandalyeyle yol almak zor olsa da -çok şükür ki- kimsenin ayağını ezmeden görevimizi tamamladık. İnanın bana, bu hayli zor kazanılan bir başarıydı! Bu sırada çok güzel bir dil de keşfettik: Jest ve mimikler! Tekerlekli sandalyeyi sürerken zorlandığım her yokuşta birisi gelip itiraza zaman bırakmadan kurtardı beni o durumdan. Bu bazen kendi milletimden birisi oldu bazen de hiç dilini bilemediğim birisi oldu. İşte bu anlarda mahcup bir tebessüme "Allah razı olsun" anlamı katmayı başardık. Ne zaman bir abi gelip elimden sandalyeyi kapsa yahut saflar arasında birisi bazen termosuyla sıcak çay bazen de hurma dağıtmaya kalksa ve yahut ellerine güçlükle üç dört bardak zemzem almış biri tavaf yapanlara onu dağıtıyor olsa "işte.." dedim. İşte benim güzel dinim, benim kardeşlerim, abilerim.. 
      Orada kimsenin ismi yahut sıfatı yok. Herkese yalnızca "kardeşim" diye sesleniyorsunuz. Hayatınızda ilk defa gördüğünüz bir Arap'a ilk hitabınız "akhi" oluyor ve bir daha ismini sorma ihtiyacı hissetmiyorsunuz. Çünkü kardeşliğin kuralıdır bu; eğer ortada kardeşlik müessesesi varsa artık geri kalan hiçbir şeyin önemi yoktur. Belki de içime dolup dolup taşan güven hissinin bir müsebbibi de budur; orada kimsenin yabancı olmayışı. Bazen bir ömrü beraber geçirdiğimiz kişilerin bize ne kadar da yabancı olduklarını farkedebildiğimiz zamane dünyasında bu, keyfi çıkarılması gereken bir histi kuşkusuz.
      Benim çok dikkatimi çeken başka bir şey daha oldu. Eh, her muhtaç durumda olan yaşlının ya da hastanın yanında bizim gibi gençler yoktu. Bu da yeni bir iş kolunun -bu tanım doğru mu, emin değilim- oluşmasına sebep olmuş. Aşağıdaki resimde göreceğiniz bu yeşil yelekli abiler Mescid-i Haram'ın için de sandalyelerine oturmuş, taliplerini bekliyorlar. Sandalyelerin taliplerini elbette :).. 40-50 riyal kadar bir ücrete de tavafınızı veya sa'yınızı yaptırıyorlar. Ama bunu yaparken bizim kadar insaflı davranmayıp biraz can yaktıklarını söyleyebilirim. Sonuçta bir başka talip için acele etmek durumundalar. Ufak çaplı bir araştırma sonucu öğrendiğimiz kadarıyla hac zamanı, bu 40-50 riyallik ücret 400-500 riyallere kadar çıkabiliyormuş. Bu sektör bizi epey şaşırttı. 
    Tüm bunların dışında bir de hakiki iman gücüne tanık olduk. Tavafımızı bitirip Beytullah'ı gören bir yerde konumumuzu almış, bir şiir gibi dinlemeye başlamışız ezan-ı şerifi. Tavafını henüz bitirmeyenler namaz başlamadan bitirebilmek amacıyla koşar adımlarla geçiyorlar önümüzden. Biz de fonda Kabe'yle bu güzel manzarayı izliyoruz. O sırada önümüzden bir ak sakallı dede geçti ki sormayın gitsin. Hem koşar adımlarla ilerliyor hem de var gücüyle eşinin oturduğu tekerlekli sandalyeyi itiyor. O an yorgunluktan üflemelerimiz yapıştı yakamıza bizden hesap sormak için. İman, gençlikte-kuvvette değil de aşkla kavrulan bir kalpteymiş meğer. Dünya gözüyle onu da görmek nasip oldu. 
   Bu utanç bize kalsın, şimdi gelelim susuzluktan kuruyan boğazımızla beraber nefsimizi de temizlemesini umduğumuz zemzem'e. Mescid-i Haram'da adım başı rastlayabilirsiniz zemzem çeşmelerine. Evde kıbleye dönmek yerine karşınızda bütün ihtişamıyla dikilen Kabe'ye dönüp de zemzem yudumlamanın lezzetini ne ben size anlatabilirim ne de siz anlayabilirsiniz. İçtiğiniz her yudumda biraz daha arındığını hissedersiniz çamura batmış nefsinizin. Kimi zaman kuyruklar oluşuyor bu şifa çeşmesinden yararlanabilmek için. Hatta yararlanma işini abartıp beş kiloluk şişeleri dolduranları da görebilirsiniz :)
     Ne kadar kısa kesmeye çabalasam da bu Rahmet Şehrini anlatmaya doyamayacağım. Bu nedenle bu yazı, hiç bitmeyecek bir hikayenin ikinci partı olsun, devamı için beklemede kalın.. :)

16 Şubat 2016 Salı

Beytullah'ın Gölgesinde

     Kendimi kitaplarında çoğunlukla insanın iç yolculuğunu konu alan Paulo Coelho gibi hissediyorum şu an. Bu da benim iç yolculuğumun yazısı. Bu da benim yazgım.
     Anlatılabilecek en  güzel yolculuğu anlatmak üzereyim. 
     Her şey bir final haftasında başladı. Yazdan kalma aralık günlerinden birinde öğrendim bu yolculuğa çıkacağımı. Kendi iç yolculuğuma. Pasaport ve vize işlemleri derslerin ve sınavların yoğunluğundan adımı bile hatırlamadığım bir anda halledildi.
Bu benim için o kadar yeni bir deneyim olacaktı ki bu konuda heyecan bile hissetmiyordum. Ta ki son gece bavullarımın başında oturduğum ana kadar. İşte o an heyecandan karnımın ağrıdığının ayırdına varabildim.
Bu yolculuk benim için pek çok ilke imza atıyordu. Bunlardan ilki de uçağa binmekti. O çok sevdiğim bulutların üzerine çıkmak, sonsuz evrenin tavanını keşfe çıkmak..
Uçağa binmiş, Muhammed’ül Emin’in çok sevdiği memleketine doğru yola çıkmıştım. Beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Ama ihtiyacım olan şeyin orda olduğundan emindim. Adımdan bile bu kadar emin değildim. En çaresiz ve güçsüz hissettiğim anda almıştım zaten bu haberi. İnsanoğlu böyledir zaten. Çokça yanılır, biraz da düşer. Bense düştüğüm yerden kalkmakta zorlanıyordum. Rabbim de beni huzuruna çağırdı çünkü iyi bir ayara ihtiyacım vardı.
    Birkaç aksiliğin birbirini takip etmesiyle Mekke’ye varmamız uzun bir zamanımızı almıştı. Otele gittiğimizde teknolojinin kölesi olmanın bir gereği olarak ilk önce resepsiyon çalışanından wifi şifresini aldık. Sonuçta hala geride bıraktığımız insanlar vardı. Vallahi sadece onlar için düştük wifi peşine!
Otelin lobisinde odalarımızın anahtarlarını almayı beklerken bir an önce Beytullah’a kavuşmak için sabırsızlıkla bekleyen ihramlı amcalar etrafta dört dönüyordu. Herkeste bir ilk defa okula başlayacak çocuk heyecanı vardı.  Benim babaannemse tıpkı heyecanlandığım zamanlarda benim de yaptığım gibi elleriyle oynuyordu. Onun bu merakla karışık heyecanına şahit olduğum için ben de çok şanslıydım.



    Otelde biraz oyalanıp, halledilmesi gereken işlerin halledilmesini bekleyip, son olarak da kahvaltı yaptıktan sonra lobide kafileyle buluşup Kabe’ye gitmek üzere servislere bindik. Kafilemizin iki hocası iki gruba ayırdıkları kafileye umrelerini yaptıracaklardı. Bizim grubun hocası daha önceden de mahallemizin imamı olan Muhammed Hocaydı. Daha servisten bindiğimiz ilk anda biz kara kara düşünürken o çoktan babaannem için bir tekerlekli sandalye almıştı bile. Hoca da eşi de orada geçen her günümüzde bir an olsun yardım ellerini çekmediler üzerimizden. Hasılı kelam, hocamızın verdiği değerli bilgilerle birlikle Mescid-i Haram’a doğru yürürken artık sıra içeri girmeye gelmişti. Herkesle beraber ben de ayakkabılarımı çantama koyup çoraplarımla girdim içeri. Daha önce bu gibi ince detaylar üzerinde hiç düşünmemiştim. Bana göre Kabe’yi görene kadar ayakkabılarla devam edebilirdik. O mermer zeminin üzerinde bambaşka milletlerden insanların yalınayak yahut çorapla yürüdüğünü gördüğüm an artık mevzuya tamamen uyanmıştım. Biz Allahu Teala’nın evine gelmiştik ve her misafir gibi misafir olduğumuz eve girerken ayakkabılarımızı çıkarıyorduk!
    Kabe-i Muazzama’yla karşılaşmaya metreler kala hoca bizi durdurdu ve geri kalan mesafeyi gözlerimizi yerden ayırmadan gitmemizi rica etti. Böylece Kabe’nin karşısına geldiğimizde onun işaretiyle başımızı kaldıracaktık. Ve öyle de yaptık. Fakat ben kafamı kaldırdığımda Kabe’yi değilde karşımda insanları gördüm! Hemen daha sakin bir yere giderek Kabe’yle tanışma şerefine nail oldum. Hemen aklımdan İmam Gazali’nin duasını geçirdim: Allah’ım burada edeceğim bütün duaları kabul et!
   Kabe göz dolduran bir yapı değil. Fakat gönül dolduran bir yapı. O an içinize öyle bir coşku doluyor ki hemen gidip eteklerine yapışmak istiyorsunuz. Hatta o an şunu içimden geçirdim: keşke daha önce televizyonda yahut internette hiç görmeseydim Kabe’nin fotoğrafını. İlk defa görmüş olsaydım kim bilir daha nasıl büyülenirdim. Bu dünyada görmek’lerin en güzeli Beytullah’ı görmekti çünkü.


     Gözlerimizi zar zor Kabe’den çektikten sonra umre tavafı için niyet ederek ilk tavafımızı yaptık. Tavaf bittikten sonra tavaf namazı için yere oturduğumda inanılmaz bir şey farkettim. O an üçüncü kattaki tavaf alanındaydım ve mümlümanların attıkları her adımda bu yer sallanıyordu! Düşünsenize dünyanın bir yerinde Müslümanlar hep beraber bir adım atıyorlar ve yer sallanıyor! Şimdi işkence altında bırakılan, zalimce öldürülen, evlerinden atılan yüzbinlerce Müslümanın halini düşününce ah! dedim. Ah ne güzel olurdu kardeşlerimize sahip çıkmak için de böyle bir araya gelsek, bir adım atsak da şu zalimlerin kurduğu zulüm gemisini bir batırsak, dünyalarını başlarına yıksak! Bu benim için artık bir hayal değil. Bu gerçekleşmek için sırasını bekleyen bir dua artık. Güçlü bir “amin” bırakıyorum bunun için. 

    Tüm bunların dışında Mescid-i Haram, içinde meleklerin koşturduğu bir cennet bahçesi. Öyle güzel çocuklar sevdik ki nazar değer korkusuyla sanırım hiçbirinin fotoğrafını paylaşamayacağım. Sizin bir gülümsemenizle ağızları kulaklarına varan, ilgi gösterdiğinizi farkedince hemen elini size uzatan sıcak memleketlerin sıcakkanlı çocuklarıydı onlar. Daha hiçbir acı tatmadıkları gözlerindeki parıltıdan belli, mutluluklarını, şaşkınlıklarını, heyecanlarını bir bakışlarıyla anlatabilen hisli çocuklardı onlar. Aralarında daha yaşını doldurmayanlar bile vardı. Bir bakmışsınız annesi namaz kılarken kucaktan kucağa dolaşan bir bebek sonunda sizin de kalbinize gelivermiş. Ne doyulması mümkün ne ayrılması.  
    Derken bu, çok güzel bir hikayenin ilk partı olsun, devamı için beklemede kalın :)