30 Mart 2017 Perşembe

Çaylar Benden!

  Güneşli mi güneşli bir mart sabahından selamlar. Öncelikle güzel bir haber vererek başlayayım. Önceki yazımda aradığımı söylediğim Hira'mı buldum! Beni dünyanın tüm sıkıntısından, keşmekeşinden ayıran bir yer. Ama öyle bir yokuşu var ki, şu ana kadar yalnızca bir kere gidebildim. Ama sözüm var, tekrar gideceğim.
  Bugün size edebiyat dünyamızda gerçekleşen gelişmelerden bahsetmek istiyorum. Edebiyatımıza pek çok yeni tür ekledik son yıllarda. Namaz edebiyatı, çay edebiyatı, yalnızlık edebiyatı vb. Sahi nedir bu yalnızlık edebiyatı? Hissedilenden çok, ifade edilen bir şey sanırım. Yani yalnızlıktan feryat figân dert yananlar, gerçekten o kadar yalnız mıdır? Şimdi bunu bir düşünedurun, aslında farkettiyseniz toplumda yaşanan en dramatik olaylar bile iki gün sonra bir mizah malzemesine dönüşüyor. Evet gençlerimizin espri kabiliyeti çoğu zaman gururlandıracak nitelikte ama bazen de çıtayı aşıyoruz sanki. Paylaşım merakımız üzerine saatlerce hiç susmadan konuşabilirim ama basitçe şunu söylemek istiyorum: Bir duyguyu, hissi yaşamak yerine, ilk önce onu paylaşıyoruz. En son kendi yalnızlığımla ilgili bir yazı yazmaya kalktığımda kendimi büyük bir sorgulamanın içinde buldum. Gerçekten yalnız mıyım? Bir derdim olsa hiç çekinmeden arayabileceğim neredeyse on tane yakın dostum varken yalnız mıyım? Afedersiniz -tam anlamıyla- salya sümük ağlayarak kendisini aradığım, omzunda sükunet bulduğum bir en yakın arkadaşım varken yalnız mıyım? En ufak endişelerimi bile günlerce tartışabildiğim dostlarım varken yalnız mıyım? Paraya sıkışsam, canım sıkkın olsa, bir işe yeltenip heyecanlansam bunların hepsini benimle paylaşacak kuzenlerim varken yalnız mıyım? Yoksa "yalnızlıktan şikayet etmek" moda oldu da ben de bu modaya uymaya mı çalışıyorum? Moda, insanın kendine yakışanı giymesiyse, bu şikayet etme furyası üzerimize tam oturdu. 
  Tamam, eğer hayatınızı bir "hayatınızın aşkını" bekleyerek geçiriyorsanız bir miktar yalnız hissedebilirsiniz. Ama bunun verdiği keyifsizliği tüm hayatınıza yansıtıyorsanız, kusura bakmayın ama bardağın boş tarafına fazla itibar ediyorsunuzdur. Eğer etrafınızda derdinize koşan, hayatınızı kolaylaştıran, güzelleştiren, acılarınıza dokunabilen insanlar varsa bu kadar yalnızlık lafı etmek biraz nankörlük oluyor. Alınmaca gücenmece yok.. Tabi bir yandan da insanın bu arayışını anlamlı buluyorum. Neticede İbn Haldun'un da dediği gibi insan sosyal bir varlıktır ve yaşamını devam ettirebilmesi için başkalarıyla etkileşim halinde olmak zorundadır. Buna şunu da ekleyebilirim, insan tamamlanmayı bekleyen bir varlıktır. İçten içe birisinin gelip eksik yanlarımızı tamamlamasını, ruhumuzdaki, kalbimizdeki boşlukları doldurmasını bekleriz. İrfan Kurudirek bir şiirinde şöyle diyor:

tanrım teşekkürler,
bunca yıl biriktirdiğim eksiklerim
eksiksiz ulaştı gönlüme
eksiksizim,
ne olur beni onunla eksiltme.

   Umarım herkes bir an önce, tam da eksik olduğu yerlerden tamamlanır. Tamamlansın ki artık hayat dediğimiz bir çeşit zor oyunun bir sonraki leveline geçebilsin. 
   Bu ayın başında kendimi cânım Üsküdar'ın tam olarak Çengelköy sahilinde buldum. Kemal Sayar'ı dinlediğim bir seminerden çıkmışken kendimi güzel bir deniz manzarasıyla ödüllendirmeliyim diye düşündüm. Bir deniz manzarası izlemek için harika bir zaman seçmiştim.

  
  Tek başıma vakit geçirmeyi de çok sevdiğimden, hınca hınç dolu çay bahçesinde ben de kendime bir masa buldum. Masaların arasında elinde çay tepsisiyle dolaşan abiden bir çay isteyip seminerden aldığım Kemal Sayar ve Berna Yalaz'ın birlikte yazdığı Sanal Aşk kitabını çantamdan çıkardım. Abinin büyük bir şangırtıyla çayı masama bırakmasıyla okumaya start verdim. Önsöz kısmında Kemal Sayar, "modern zaman leylası" adını verdiği bir danışanından bahsediyor. Yaşadığı sanal aşkın ızdırabından kurtulmanın yollarını arayan leylamız, bu kitabı yazma fikrini vermiş. Açıkçası bunu okuduğumda biraz kıskandım. Nedir yani canım, belki bize öyle isim takan olmadı ama biz de az leyla değildik zamanında.. 



   Kitapta çok ilgimi çeken, tam da yapmaya çalıştığım şeyi anlatan bir kısma rastladım. Tek başınalık ve yalnızlık kavramlarını birbirinden farklı anlamlarda kullanıyorlardı. Kitaba göre insan tek başına kalma becerisini geliştirmeliydi. Ancak bu şekilde ruhsal manada gelişir, kendisiyle arkadaşlık etmeyi ve kendisini dinlemeyi öğrenirdi. "Yalnızlık, yalnız kalmanın sancısı iken; tek başınalık, yalnız olmayı seçmenin zaferidir." diyor ve kulağa çok da havalı geliyor. Bana kalırsa da, insan kendisiyle vakit geçirmeli ve bu geçirdiği vakitte mutlu olmalıdır. Bunun için önce kendi kendimize yetebilme becerisini de gösterebilmemiz gerekiyor sanırım. Elimizde telefon, evimizde televizyon yokken de keyifli bir zaman geçirmenin, kendi kendimize bir şeyler üretebilmenin bir yolunu bulmalıyız. Ha ama nasıl diye sorarsanız, kel ve ilacı bahsinden bahsetmem gerekir. Ama yine de ümitsiz olmamak gerektiği kanaatindeyim. Bilirsiniz, psikolojik rahatsızlıkları olan birisinin iyileşmesinin ilk şartı hasta olduğunu kabul etmesidir. Bunu kabul etmeli ki deva da arayabilsin. İşte bu yazı da bizim rahatsızlıklarımızın farkına varmak ve deva aramak için ilk adım olsun.
  Eğer ben sabahın 10'unda, daha tam anlamıyla açılmamış bir kafeye gelip, "benim öğrendiklerimi sizin de öğrenmeniz lazım" heyecanıyla oturup bu yazıyı yazıyorsam sizden sessiz de olsa bir söz almak istiyorum. Haftada en az bir kere tek başınıza dışarı çıkıp sevdiğiniz bir yerde bir çay için. Maddi durumum el verse "çaylar benden" derdim ama malum öğrencilik hayatı :) Bir yerden başlayıp hayatımızı teknolojinin kuşatmasından kurtarmamız gerekiyor. Bundan belki de yalnızca yirmi yıl önce bu elimizden düşüremediğimiz aletlerin hiçbiri olmadan da sohbetler edebiliyor, çaylar demleyebiliyorduk. Yani aslında çok da fena durumda değildik. Yeniden hayatımızın kontrolünü kendi elimize alabiliriz. Yeter ki, sorunla yüzleşip yenebileceğimize inanalım. Sahi, inanmak başarmanın yüzde kaçıydı?
  Bir dahaki yazıya kadar hoşçakalın!